Gerdeme: Suya yazılan yemyeşil bir şiir

(Su teresi binlerce yıldır Anadolu coğrafyasında besin olarak tüketilen bitki türlerden biri.)
Yayladan sahile, ovadan dağa Anadolu coğrafyasında binlerce yıldır besin olarak tüketilen su teresi tıbbi araştırmaların da gözdesi konumunda. Kökleriyle suya, yapraklarıyla güneşe tutkun bir bitki olan su teresi, halk arasında çoğunlukla Gerdeme olarak anılıyor…
Yusuf Yavuz
Türkiye, yüzyılın en sıcak günlerinin ortasında. Özellikle kıyı kentlerinde ve Güneydoğu’da bunaltıcı sıcakların hüküm sürdüğü şu günlerde Anadolu coğrafyasının yüksek yaylalarında suların kutsandığı zamanların anıları canlanıyor. Hititler’in adımladığı coğrafyada suya duyulan saygı, zaman zaman kendini tekrarlayan kavurucu sıcaklar ve buna bağlı gelişen kuraklık ve kıtlık günlerinin izlerini taşır…
Erzurum, Sivas, Çorum, Amasya, Tokat ve Orta Anadolu’yu çevreleyen yüksek dağların yamaçlarında suyun binlerce yıllık öyküleri anlatılır durur hala. Konya’nın Beyşehir ilçesinde, Sadıkhacı köyündeki Eflatunpınar su anıtı, Hititler’in suya ilişkin inanç ve düşüncelerinin somut ve abideleşmiş bir örneği olarak 3 bin yıl öncesinden günümüze kadar varlığını sürdürmüştür.

(Konya’nın Beyşehir ilçesindeki Eflatunpınar Hitit su anıtı, 3 bin yıl önce Anadolu halkının suya verdiği önemi yansıtıyor. Anıtın çevresi su terelerinin yaşam alanı…)
HİTİTLERDEN BU GÜNE SU TERESİNİN YOLCULUĞU
Hitit tanrılarının elleri ve omuzları üzerinde yükselen ikonografisiyle dikkat çeken Eflatunpınar su anıtının çevresini şenlendiren su kaynağı, aynı zamanda birçok canlı ve bitki türüne ev sahipliği yapar. Su teresi de bu türlerden biri. Sağlık ve beslenme kaynağı olarak gördükleri birçok bitkiyi kullanan Hititlerin su teresini de bu kapsamda değerlendirdiği biliniyor.

(Finike’deki Lmyra antik kentinin bir zamanlar ana caddesi olan bölgede çıkan su kaynağı tarihi dokuyu su tereleri ve kazayakları için yaşam alanı haline dönüştürmüş…)

SU TERESİ SAHİLDEN YAYLAYA HER YÜKSELTİDE YETİŞEBİLİYOR
Yaşamın kaynağı olarak görülen su ile insanın ilişkisi, binlerce yıldır inanç ve kültürlerin kaynağında yer aldı. Kökleri suya, yaprakları güneşe tutkun olan su teresi, doğal olarak yetiştiği Asya’dan Avrupa’ya birçok kültürde besin kaynağı olarak görülen türlerden biri. Türkiye’de deniz seviyesinden 1500 rakımı aşan yaylalara kadar birçok alanda yetişebilen su teresi, yükseltiye göre Mart ile Temmuz ayları arasındaki dönemlerde çiçeklenerek bulunduğu ortamı şenlendirir.

(Su teresi binlerce yıldır Anadolu coğrafyasında besin olarak tüketilen bitki türlerden biri.)
HALK ARASINDAKİ ADI ‘GERDEME’
Botanik adı Nasturtium officinale olan su teresine halk arasında Gerdeme, yabani tere gibi isimler verilmiş. Gerdeme adının eski kültürlerden gelip gelmediği konusunda kesin bir bilgiye ulaşamadım ancak bu olasılık güçlüdür. Keskin ve acımsı bir tadı olan su teresinin insanın genzini yakan yüksek aroması, bitkinin barındırdığı zengin bileşiklerden kaynaklanır.

(Su teresinden elde edilen tabletler, batıda giderek yaygınlaşıyor. Görsel bilgi amaçlıdır, reklam amacı taşımaz)
TIBBİ ARAŞTIRMALARIN GÖZDESİ, TABLETLERİ ECZANELERDE SATILIYOR
Günümüzde su teresi hakkında pek çok bilimsel araştırma yapılıyor. İçerdiği besin değerleri açısından önemli bir bitki olan su teresinin çeşitli hastalıklara karşı koruyucu ya da önleyici bir diyet ürünü olarak kullanılması, bitkiden elde edilen preparat ve kapsüllerin de yaygınlaşmasına yol açmış durumda. Özellikle Avrupa ve ABD’de bu tür ürünler ilgili sektörün gözdeleri arasında.

(Su teresinden elde edilen tabletler, batıda giderek yaygınlaşıyor. Görsel bilgi amaçlıdır, reklam amacı taşımaz)
BİTKİLERİ İNSANA YARARI ÜZERİNDEN TANIMLAMAK BÜYÜK HATA
Bir başka deyişle Anadolu halkının binlerce yıldır kullandığı, Toroslar’da halkın andığı ismiyle gerdemenin içerdiği antioksidanlar ve diğer bileşikler nedeniyle aslında “ilaç gibi” bir bitki olduğu keşfedildi. Bu alandaki ticari Pazar ve sömürünün had safhaya çıktığı bir dönemde bitkinin içerdiği vitamin ve minerallere değinmeyeceğim. Zira bazı türler içerdiği her türlü değerden bağımsız olarak sadece kendi varlığı ve görünümüyle bile korunmayı hak ediyor. Zira bir türün değerinin, salt insana olan yararı üzerinden belirlenmesi, binlerce türün henüz keşfedilmeden yok olmasına neden olan bir kısır döngü. “Bunun bir faydası yok” diye bakılan birçok tür yaşam alanlarından uzaklaştırılıp yok edildi. Oysa gün geçtikçe o türlerin yaşam içindeki işlevinin daha iyi anlaşılıp kavranması mümkündü.

NEOLİTİKTEN BUGÜNE SÜRÜP GELEN BİTKİ-İNSAN İLİŞKİSİ
Coğrafyanın yaşam biçimini ve kültürü belirlediği binlerce yıllık akışın içinde halkın biriktirdiği ne varsa giderek önemsizleştirilip “modern” yaşamın çarkları arasında parçalanıp yok edildi. Bugün “etno-botanik”, “etno-arkeoloji” vb. alt başlıklar çerçevesinde yapılan çalışmalarla geçmişin insan-doğa, insan-yaşam ilişkisi yeniden anlaşılmaya çalışılıyor. Oysa Anadolu coğrafyasının birçok bölgesinde bırakın Hititler dönemini, Neolotik dönemden günümüze çok az değişime uğrayarak sürüp gelen yaşam pratikleri varlığını sürdürür. Bunun en çok öne çıktığı alan ise insan-bitki-doğa ilişkisidir.
SU TERELERİNİN YAŞAM ORTAMLARI NASIL YOK EDİLDİ
İnsan doğa ilişkisi çerçevesinde kökleri binlerce yıl geriye giden türlerden biri olan su teresinin varlığı bugün giderek azalıyor. Henüz bir koruma şemsiyesine sahip olmayan su terelerinin yaşam alanı olan su kaynakları, dereler, sulak alanlar ve benzeri yerler HES’lerle, baraj ve göletlerle yok oluyor. Anadolu’daki irili ufaklı 6 bin civarındaki derenin önemli bir kısmı “taşkın önleme” gerekçesiyle betondan kanallara dönüştürüldü; derelerdeki sucul yaşam büyük ölçüde yok edildi.

(Antalya-Serik’teki Silyon antik kentinin tarihi çeşmesinin önünde su tereleri ve diğer sucul bitkiler)
ANADOLU’NUN BİYOÇEŞİTLİLİĞİ ÜÇ KITANIN ÖZETİYDİ
Üç ayrı iklim tipinin hüküm sürdüğü Anadolu coğrafyası, inişli çıkışlı topografik yapısıyla zengin bir biyoçeşitliliğe ev sahipliği yapıyor. Bu zenginlik, kültürden uygarlığa birçok alanın yanı sıra bu topraklarda yeşeren devletlerin maddi zenginliğinin de temelini oluşturmuştur. Dereden ormana, denizden göle, buğdaydan koyuna, ağaçtan kuşa, dağdan taşa bu görkemli çeşitlilik üç ayrı kıtada olanın bir özetini sunar Anadolu’da. Bu yüzden devasa Asya kıtasının bir minyatürü gibi görülen Anadolu’nun tarihi coğrafyası küçük Asya anlamına gelen “Asia minor” olarak anılmıştır.

GEN KAYNAKLARIMIZI KORUMAZSAK SONSUZA KADAR KAYBEDECEĞİZ
Bünyesinde üç büyük imparatorluk, onlarca devlet ve kültürün yeşerdiği bu coğrafyanın türlerinin binlerce yılı aşıp bugüne ulaşmasında insan-doğa ilişkisi belirleyici oldu. Bugünün beslenme pratikleri ve alışkanlıkları değişse de, içinden geçtiğimiz zamanlar ait olduğumuz coğrafyanın nimetlerine yeniden ihtiyacımızın olacağına işaret ediyor. Bu yüzden türlerin koruma sınıflandırmalarının yalnızca uluslararası sözleşmeler ya da nesli kritik olarak yok olma tehlikesi altındaki türlerle sınırlanmadan, daha geniş bir çerçeve ve bilinçle ele almak zorundayız. Gen kaynaklarının korunmasıyla ilgili çabaların, temel eğitimin bir parçası olması gerek. Anadolu’nun her bölgesinde ayrı bir türü yetiştirilen binlerce buğday çeşidinin son 70 yılda nasıl bir elin parmakları kadar kaldığı ve buğdayda ithalatçı konuma geldiğimiz düşünülünce, gen kaynaklarını ve doğa koruma bilincinin önemi daha iyi anlaşılıyor. Bu bilinçten uzaklaştıkça, birkaç yıl sonra us teresi gibi birçok türü kültür ortamında yetiştiriciliği yapılan Avrupa’dan ya da Uzakdoğu’dan ithal ediyor olacağız.